Mahmud Sami Ramazanoğlu (K.S)

Hayır Sahiplerinden, İhtiyaç sahiplerine...

Mahmud Sami Ramazanoğlu (K.S)

Mahmûd Sami Ramazanoğlu, 1892 yılında Adana’da Tepebağ mahallesinde dünyaya gelmiştir. Babası “Ramazanoğulları” diye bilinen aileden Müctebâ Bey, dedesi Abdurrahman Bey, büyük dedeleri İshak ve Hüseyin Efendilerdir. Annesi ise Ümmügülsüm Hanım’dır. Sami Efendi’nin büyük ceddi Abdülhâdi Bey’in tespit ettiğine göre, Ramazanoğulları’nın aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabilesinden olduğu ve Nureddin Şehid yoluyla Hz. Hâlid b. Velid (r.a.) nesli ile münasebeti olduğu anlaşılmaktadır.

Sami Efendi, ilk, orta ve lise tahsilini Adana’da tamamlamış, yüksek tahsil için İstanbul’da o zamanki adıyla Darü’l-Fünûn Mektebi’ne yani İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girmiştir. Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitirmiştir.

Zahir ilimlerini tamamladıktan sonra Sami Efendi tasavvuf yoluna girmiştir. Nakşî tekkesi Gümüşhaneli Dergâhı’nda bir müddet erbain ve riyâzatla meşgul olmuştur. Daha sonra arkadaşı Beşiktaş eski Müftüsü Fuad Efendi’nin babası Rüşdü Efendi’nin delaletiyle Kelâmî Dergâhı Şeyhi ve Meclis-i Meşâyıh Reisi (Şeyhler Meclisi Başkanı) M. Esad Erbilli Hazretleri’ne intisâb etmiştir. Kısa zamanda kesb-i kemâlât eyleyip seyr u sülûkunu tamamladıktan sonra hilâfetle irşada mezun olmuş ve bir müddet daha mürşidinin yanında kalmıştır. Daha sonra memleketi Adana’ya irşada gönderilmiştir.

Ramazanoğlu Mahmûd Sami Efendi Hazretleri, tekkelerin kapatılmasından sonra Adana’da bir yandan Câmi-i Kebir’de vaaz ve husûsî sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütmüş, öte yandan da bir kereste ticarethanesinin muhasebesini tutmuştur. Babasından ve ailesinden kendisine kalan büyük serveti almamış ve “Hiçbir kimse kendi kazancından daha hayırlı bir yiyecek asla yememiştir” hadîs-i şerifi gereğince kendi el emeğiyle geçinmeyi tercih etmiştir. Adana’da uzun yıllar hizmet etmiştir. Yaz aylarını Adana Namrun ve Kızıldağ yaylası ile Kayseri Talas’ta geçirirdi. Hac yolu açıldığında, 1946 yılında ilk defa hacca gitmiştir.

1951 yılında İstanbul’a gelmiş ve iki yıl kadar İstanbul’da kalmıştır. 1953 yılında önce hacca, dönüşte de arkadaşı Konyalı Saraç Mehmed Efendi ile Şam’a gitmiştir ve oraya yerleşmiştir. Ailesi de damadı ile birlikte yanına gitmiştir. Şam hicreti dokuz ay kadar sürmüştür. Dokuz ay sonra tekrar İstanbul’a gelmiş ve İstanbul’a bu gelişlerinde, önce Bayezid-Laleli’ye, sonra da Erenköy’e yerleşmiştir. Şam’dan İstanbul’a gelişlerinde zevceleri Râbia Hanım’a: “İstanbul’a tekrar geldik. Bizim gönlümüz Medine’de atıyor. Âhir ömrümüzde oraya hicret etmeyi arzu ederiz” buyurmuşlar.

İstanbul’da bir yandan Erenköy Zihnipaşa Camii’ndeki vaazları ve husûsî sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütürken bir yandan da Tahtakale’deki bir ticarethanenin muhasebesi ile ilgilenmiştir. Onun bu vaaz, irşâd ve sohbetlerinden cemiyetin her sınıfından; fakir-zengin, okumuş-okumamış, esnaf-işçi, memur-tüccar ve fabrikatör binlerce insan istifade ederek feyz almış, istikamet bulmuş ve böylece etrafında yepyeni bir nesil teşekkül etmiştir. İhvanını manevî himaye kanatları altında toplayarak onları, cemiyetin her türlü kötülüklerinden korumaya çalışmıştır.

Ömrünün son yıllarında şöhretinin artması sebebiyle uzlete çekilmiştir. İhvanı ile gerek devlethanesinde, gerekse Ramazan’da hatimle kılınan teravih namazlarında ve diğer husûsî sohbetlerinde görüşmüştür. Ramazanoğlu Mahmûd Sami Efendi Hazretlerinin son arzusu Peygamber şehrinde Hakk’a varmaktı. 1957 yılında kendilerine Eyüp Sultan’dan kabir yeri almayı teklif ettiklerinde: “Herkesi arzusuna bıraksalar biz, Cennetü’l-Bâki’yi arzu ederiz” buyurmuşlardı. Cenab-ı Hak, sevdiği kulunun arzusunu kabul buyurmuştur. 1979 yılında gönlündeki Resûlullah aşkı ile tekrar hicret etmiştir. İstanbul’dayken yakalandığı hastalık, orada da nüksetmiştir. En acılı, ağrılı zamanlarında bile hiçbir şikâyette bulunmamış, yüzünden tebessümü eksik olmamıştır. 10 Cemaziyelevvel 1404/12 Şubat 1984 Pazar günü sabaha karşı saat 4.30’da Medine-i Münevvere’de vefat etmişler ve Cennetü’l-Bakî’ye defnolunmuşlardır

ŞEMAİLİ

Orta boylu, buğday tenli, kıvırcık saçlı, ela gözlüdürler. Orta boylu olmalarına rağmen yakınında bulunanlara uzun ve heybetli görünürlerdi. Yüzleri mütebessim olmasına rağmen aslında daima hüzünlü ve düşüncelidirler. Temiz, sade ve düzgün giyinirlerdi. Sakalı bir tutamı geçmezdi. Saçları kulak memelerine kadar uzun olurdu. Ağır yürüyüp çok yol katederleri, yanındakiler yetişmek için adete koşarlardı.

AZ YEMEK - AZ UYUMAK- AZ KONUŞMA

Sami Efendi, çok az yer, içerdi. Sohbetlerinde sıkça az yemenin faziletinden, çok yemenin zararlanndan bahseder; bunu âyet, hadis ve hikmetli sözlerle anlatırdı. Kendisi Sünnet üzere günde iki öğünden fazla yemezdi. Yediği zaman da yarım dilim ekmek ve birkaç lokma katıkla kifâf-ı nefs ederdi. İhvanla birlikte yenildiğinde “İhvanla yenilende bereket vardır ve bundan suâl olunmayacaktır” buyurarak fazlaca yenilmesine müsaade, hatta teşvik ederlerdi.

Az uyurlardı. Seher vaktini ihya etmek en büyük zevkleriydi. Evinde misafir kalanlar veya kendileriyle bir yolculuğa çıkanlar, gecenin hangi saatinde kalksalar onu ayakta bulurlardı. Hatta onun anlayışına göre yatıp uyumanın adı bile istirahatti. Nitekim bir defasında bağılarından birinin evinde misafir bulunduklarında gecenin ilerleyen saatlerinde hâne sahibi kendilerine:

“Efendim artık yatarsanız yatak hazırlayalım” der.

“Yatmanın adı istirahattir” buyururlar. Bir müddet sonra ev sahibi tekrar:

“Yatar mısınız?” deyince o yine:

“Yatmanın adı istirahattir. Fakir istirahat edeyim, siz de eksik kalan dersinizi tamamlayın” buyurur. Hadiseyi anlatan zât diyor ki: “Gerçekten o sabah dersim yarıda kalmış ve akşama kadar da tamamlamaya fırsat bulamamıştım.”

Az konuşurlardı. Konuştuklan zaman ya hikmet söyler veya nasihat ederlerdi. Değilse sükûtu ihtiyar ederlerdi.

EDEB

Sami Efendi’nin bütün hayatı edeb çizgisi içinde geçmiş, her an hadîs-i şerifde ifade buyurulan: “Allah’ı görüyormuşçasına kulluk ve O’nun müşahedesi altında bulunduğu duygusuna sahip olmak” mânâsına gelen ihsan duygusu içinde yaşamıştır. En ciddi insanların, en otoriter simaların bile bir zaaf ve hafifliklikleri bulunabilir. Fakat onun hayatında böyle bir zaaf ve hafiflik hiçbir zaman görülmemiştir. İstikamet ve edebi her yerde ve her an muhafaza edebilmek, keskin kılıcın üzerinde yürümeye benzer. Bu ancak kemâl ehli, tevfik-i ilâhîye mazhar kimselerin kândır. Allah Rasûlü (s.a.v.) Efendimiz’in: “Emrolunduğun gibi istikamet üzre ol!(ı) âyeti, beni ihtiyarlattı” buyurması, bu işin güçlüğüne en güzel delildir.

Onun sohbetlerine devam edenler bilirler ki, o hiçbir zaman ayak ayak üstüne atarak, ayak uzatarak veya bağdaş kurarak oturmamıştır. Daima dizüstü oturmayı tercih etmiştir. 

 

Sohbetlerinde sık sık:

Edeb bir tâc imiş nûr-i Hüda’dan Giy  o tacı emin ol her belâdan

beytini okuyarak edebden bahsederlerdi. Sohbetlerde, Kur’ân tilâveti esnasında kendileri koltuk veya kanepede bile olsa hemen dizüstü oturur, Kur’ân okuyacak kimse yerde ise hemen koltuk ve sandalyeye oturtulurdu.

Bir gün Halep meşâyıhından Muhammed en-Nebhânî İstanbul’a gelir. Sami Efendi hazretleri bazı ihvânıyla kendilerini ziyarete giderler. Nebhânî ve arkadaşları gayet rahat ve serbest otururken Sami Efendi ve ihvanı dizüstü otururlar. Onların bu halini gören Muhammed Nebhânî:

“Rahat oturun” der. Efendi hazretleri ve ihvanı oturuşlarını değiştirmeden:

“Biz böyle rahatız” derler.

Kalb-i Selîm Olmak

 

Sohbetlerinde sık sık “O gün kalb-i selîm’den başka ne evlâd, ne mal; hiçbir şey fayda vermez.” âyetini okuyarak kalb-i selimi izah ederlerdi. Onun tefsirine göre kalb-i selîm, ne incinen, ne de inciten kalpti. “İncinmemek, incitmemekten daha zordur. Çünkü incitmemek eldedir ama incinmemek elde değildir “derlerdi ve ilâve ederlerdi: “Fakir hiç kimseden incinmem ve kimseyi incitmemeye çalışırım.” Gerçekten de bir asra yaklaşan ömrü boyunca hiç kimseyi incittiği görülmemiştir.

Kapısına gelen herkesi kabul edip onlarla görüşmek, onlara iltifat ve ikramlarda bulunmak âdetleriydi. Bir defasında ziyaretine gelenlere, bir yakîninin: “Efendi’nin istirahata ihtiyacı var” diye geri çevirmesine muttali olunca: “Burası Hak kapısıdır. Kimse geri çevrilmez. Hem de ihvanın kötüsü olmaz” buyururlar. Bu tavır, onun insana ve müslümana verdiği değerin en güzel ifadesidir. Torunu yaşındakilere bile hitab ederken isimlerinin sonuna “Efendi”, “Bey” sıfatlarını ekleyerek konuşması, aynı anlayıştan kaynaklanmaktadır.

Sami Efendi, kendini Allah’a ve Allah’ın kullarına hizmete adamış bir Hak dostu idi. Daha sülûkunun ilk yıllarında “Yaratılanı Yaradan’ından ötürü sevmek” esasına bağlı kalarak hizmeti sohbete, gayreti de himmete vesile bilerek şevkle çalışırdı. Nitekim Kelâmî Dergâhı bağlılarından Cide müftüsü Hüseyin Efendi’ye yaptığı hizmetler her türlü takdirin üstündedir. Kelâmî Dergâhı’nda bulunan Hüseyin Efendi, son zamanlarında hastalanır. Hastalığının şiddeti, her geçen gün artar ve Müftü Efendi, yatağından kalkamaz olur. Müridân birer hafta nöbetleşe bakmaya başlarlar. Hastalığın şiddeti daha da artınca acele ailesine bir telgraf çekilmesi kararlaştırılır. Bu haberi duyan o zamanlar dergâhın en genç müridi bulunan Sami Efendi, mürşidi Es’ad Efendiye:

“Efendim, müsaade buyursanız da Müftü Efendi’ye ben baksam ve ailesine telgraf çekilmese” der. Es’ad Efendi de bu teklifi memnuniyetle kabul eder. Sami Efendi, bundan sonra tam onse-kiz ay Müftü Efendi’ye en güzel şekilde hizmet ederler. Görenler,onun bu hizmetine imrenirler. Müftü Efendi de yaşlı gözlerle:

“Allah’ım! Bana ne ihsanda bulunmuşsan hepsini Sami Efendi’ye bağışlıyorum” diye münacâtta bulunur ve Es’ad Efendi ile görüştüklerinde de:

“Sami Efendi evlâdımız, bize hizmette inşaallah Hakk’ın rızasına erdi” diye tebşiratta bulunurdu.

Aslında hayli zamandan beri dergâhtaki hizmetlerin ekserisi bu genç ilmiyeli derviş tarafından görülmekteymiş. Gece herkes yatağına yattığında o, gizlice kalkar, yapılacak hizmetleri ifâ eder, her tarafı temizler, sulan ısıtır ve öyle yatağına yatarmış. Nitekim Cide müftüsü Hüseyin Efendi, sağlıklı zamanlarında erken kalkmaya çalışıp bu hizmetlerin kimin tarafından yapıldığım öğrenmek istermiş. Fakat ne mümkün! Bir sefer akşamdan yatmamaya karar vererek bir kenara gizlenmiş. Yatağından kalkıp bu hizmetleri gören Sami Efendi tam çöp tenekesini alacağı sırada Hüseyin Efendi tenekeyi kapar ve:

“Evlâdım bu hizmeti de fakire müsaade buyur” der.

Sami Efendi nezaketle almak isterse de Hüseyin Efendi:

“Allah aşkına bırak” deyince, Sami Efendi de bu hizmeti ona bırakır.

İrşad vazifesiyle memleketi Adana’ya gönderildiğinde oradan İstanbul’a mürşidine hediyeler göndermek âdetiydi. Fakat o, hediyelerinin bizzat kendi elinin emeği olmasına büyük itina gösterirdi. Rivayete göre ekinler biçildikten, hasad toplandıktan sonra tarlalara gider, yerlere dökülen başaklan toplar, onları güzelce bulgur yapar ve İstanbul’a gönderirdi. Onun bu haline muttali olan babası:

“Oğlum, benim anbarlarım buğday dolu. Niçin Efendi’ne onlardan göndermiyorsun?” dedi. O da:

“O kapıya lâyık olan el emeği, göz nurudur” buyururlardı.

Sami Efendi hazretleri, kendisini sevenleri ve bağlılarını eski kültürümüze ve özellikle eski harflerle okuyup yazmayı öğrenmeye sevk ederlerdi. Hatta bu yüzden son yıllara kadar eserlerini yeni harflerle neşre müsaade etmemişlerdi.

 

Nefsin Tehlikesinden Korunmak İçin

Sohbetlerinde nefs düşmanının insana kurduğu tuzaklardan bahseder ve insana nefislerinin tehlikesinden korunabilmek için şunlan tavsiye buyururlardı:

1-Açlık ve az yemek, oruca devam etmek,

2-Az uyumak ve teheccüde devam etmek,

3-Huşu ile ibadet etmek, mânâsını düşünerek Kur’ân okumak,

4-Zikr-i daim içinde bulunmak,

5-Salih ve sâdıklarla beraber olmak.

ABDESTLİ OLMAK

Sami Efendi, daima huzûr-i ilâhîde bulunduğu ve her nefesinin son nefesi olabileceği düşüncesiyle abdestli bulunmaya ve abdest üstüne abdest almaya büyük itina gösterirdi. Nitekim onun muhasebesini tuttuğu bir zâtın tesbitine göre, defterleri abdestli yazardı. Yazma işi bitince defterleri kaldırır, abdest alır, biraz Kur’ân okurdu. Az sonra ezan okununca, bu sefer namaz için tekrar abdest alırlardı.

İRŞAD

Onun irşaddaki usûlü, Nebevi üslûpta idi. İnsanlann kusurlarını yüzlerine vurmaz, hatalanndan dolayı onları azarlamaz ve hele nefsi için kızmazdı. Onlara örnek olmak suretiyle irşâd etmeyi tercih ederdi. İrşâdda en geçerli yol da budur. Çünkü irşâd halkaları, merkezden muhite doğru yayılır. “Önce nefsinden başlamak” esastır. Hiç kimseye açıkça “şunu yap, şunu yapma” demez, dolayısıyla bunu ihsas ettirmeye çalışırdı. Hiç kimseye “bizden ders al, bizim sohbetimize katıl, sakal bırak, sarık sar, cübbe ve şalvar giy” gibi emirler vermezdi. Hatta kendileri dikkat çekecek, fitne uyandıracak ve riyaya davetiye çıkaracak böyle şekle ait şeylerden özellikle sakınırdı.

Şöhretten ve aşırı hürmetten çok rahatsız olurlardı. Nitekim İstanbul Tahtakale’de çalıştığı yıllarda, önceleri öğle ve ikindi namazlannda Rüstempaşa ve Marpuççular camilerine cemaata devam ederlerdi. Camide kendisini tanıyanların aşırı tazim ve hürmeti onu rahatsız etmiş, bilâhare bu namazları yazıhanede kılmaya başlamışlardır. Yalnız, ihvana: “Siz cemaata devam edin, o şeref ve faziletten mahrum kalmayın” buyurmuşlardır.

HELÂL LOKMA YEMEK

Allah dostları “helâl lokma”yı kulluğun temel vasfı, manevî terakkînin ilk şartı gördüklerinden ağızlarına girene çok dikkat ederlerdi. Sami Efendi’nin helâl lokma konusundaki titizliği, dikkat çekici boyutlardaydı. Nitekim daha gençlik yıllarında aileden gelen mirası reddeden bu Allah adamı, maişetini defter tutarak temine çalışmıştı. İstanbul’a geldiği yıllarda da kendisine defter tutturmak isteyen müessese sahibi bir ihvanından önce defterlerini istemiş, inceledikten ve faiz, ihtikâr vs. gibi karışık işleri olmadığını gördükten sonra muhasebesini tutmayı kabul etmiştir.

Sami Efendi, Hukuk Fakültesi mezunu olduğu halde hâkimlik ve savcılık gibi resmî bir vazifeyi kendisinin irşâd hizmetine muvafık görmemiş, avukatlığı ise hiç düşünmemiştir. Bunların yerine “kâtiplik” dediği defter tutma işini tercih etmiştir.

Sami Efendi, kendisine gerek intisâb, gerekse ziyaret kasdıyla gelenlere önce mesleklerini sorar, helâle müdavim, harama dikkatli olmalarını tavsiye ederdi. Ona göre kişilerin ittikâsı nafile ibadetle değil, muamelâttaki titizlik ve kazançlarına dikkatle belli olurdu. Onun gözünde istikamet, “farz-ı dâim”di. Çünkü diğer bütün ibadetlerin bir muayyen zamanı olurdu ama, istikamet, dâimi olması gereken bir vazifeydi. Zira bir lâhza bile istikametten ayrılmak, kişiyi hüsrana düçâr ederdi.

CÖMERTLİK

Sami Efendi hazretleri, çok zengin ve varlıklı biri değildi. Ama bununla birlikte son derece cömertti. İhtiyaç sahiplerine, elinde avucunda ne varsa vermekten çekinmezdi. Kendisi maaşla geçindiği halde bazan maaşının tamamını infak ettiği olurdu. Nitekim Adana’da muhasebecilik yaptığı yıllarda çalıştığı müessese sahibi, maaşını zarf içinde kendisine takdim etmişti. Bu sırada bir fakir, kendisinden Allah için bir talepte bulununca zarfı daha açmadan o ihtiyaç sahibine vermişti.

Çevresinde ve hizmetinde bulunanların anlattıklarına göre bir günde üç-beş defa gelen fakirleri bile boş çevirmezdi. Hatta kendisinden sigara parası isteyen bir fakire bile “Madem ki istiyor, vermek lâzım” diyerek bir şeyler vermişti ki fakir, bu parayı alınca sevinmiş ve: “Ben bununla ekmek alacağım” diyerek uzaklaşmıştı.

Kendisinden sık sık para isteyen bir genç bir gün yine yanma gelmiş, nasibini almış gidiyordu ki, bunu görenler: “Efendim, siz buna biraz nasihat etseniz. Sizden aldığı parayı gidip lüks lokantalarda yiyor” dediler. Efendi hazretleri: “Öyleyse çağırın onu bana!” dedi. Etrafındakilerden biri koşup genci huzuruna getirdi. Genç gelince Efendi, tekrar elini cebine atıp biraz daha para çıkararak: “Evlâdım, o verdiğim size yetmez, şunu da alın” dedi. Yanındakiler, gence nasihat edeceğim umarken Efendi’nin gösterdiği büyüklük onları şaşırttı.

Sami Efendi, vermekten büyük bir haz duyardı. Kendisine hediye edilen en kıymetli halı, seccade, tesbih, kalem, kumaş ve bunun gibi değerli eşyayı, günü gününe ehlini bulup hediye ederdi. Kendisine bir taleple gelip de boş dönen hemen hiç olmazdı. Evinde misafir ağırlamaktan, yemek yedirmekten büyük mutluluk duyardı. Kendisi pek az yerdi. Misafirlerinden artan yemekleri komşularına dağıtırdı. Kendisinden bir sıkıntısı için dua talebinde bulunanlara sadaka vermelerini tavsiye ederdi. Bununla birlikte kendisi de dua ederdi.

İrşâd maksadıyla Anadolu’nun muhtelif yörelerine bazan arabayla, bazan hayvan sırtında yol alarak giderdi. Gecelediği yerlerde ihvanın evinde kalmayı, otelde kalmaya tercih ederdi. Nitekim bir halifesiyle birlikte 6O’lı yıllarda Trakya’ya gitmişler ve otelde kalmak istemediklerinden camide kalmayı denemişler, cami imamı buna izin vermeyince cami avlusunda, çimlerin üzerinde sabahlamışlardı. Yanındaki halifesi çok varlıklı bir insan olmasına rağmen o da üstadıyla birlikte cami avlusunda gecelemekten haz duymuştu.

MERHAMET VE TEVAZUU

M. Sami Efendi, Cenâb-ı Hakk’ın Rahman sıfatının üzerindeki tecellisinin tesiriyle bütün yaratıklara karşı merhametliydi. En küçük haşerenin bile itlaf edilmesine gönlü razı olmazdı. Hele kedi köpek gibi insanlara sokulan evcil hayvanlara karşı âdeta bir insana yapılan muamele gibi muamele edilmesini isterdi. Nitekim Sadık Dânâ’nın eserinde naklettiği bir olay buna delildir: Bir hac mevsiminde ihvânıyla Mekke-i Mükerreme’ye giden Sami Efendi, Beytullah’a yakın Türkistanlı Abdüssettâr Efendi’nin evinde misafir kalır. Sami Efendi’nin odası cadde tarafında, ihvanının odası ise iç taraftadır. Bir öğle vakti Sami Efendi, kendi odasından çıkıp ihvanın odasının kapısını çalar ve onlara: “Dışarıda birisi var, galiba karnı aç, ilgilenseniz” der. ihvandan birisi, hemen hazırda bulunan yemeklerden bir kap hazırlayıp dışarı çıkar, sağa sola bakar; fakat kimseyi göremeyince “Herhalde gitmiş” diyerek tekrar içeri girer. Aradan sekiz-on dakika geçmeden Efendi hazretleri tekrar ihvanının odasının kapısına gelip: “Bakın o tekrar geldi, karnını doyurun” deyince daha önce yemekleri götüren zât yeniden kapıya koşar, bir de ne görsün?.. Dili bir karış dışarıda bir köpek kapıdan içeri bakmaktadır. Hemen yemek kabını önüne boşaltır. Hayvancağız büyük bir iştahla karnını doyurur. Bu arada “Dışarıda karnı aç olan birisinin”‘bu köpek olduğu anlaşılır.

Sami Efendi, tevazu sahibi bir insandı. İnsanlara daima saygı gösterir, hiç kimseyi küçümsemezdi. Herkesin horladığı diyânet-perver âcizlerin ve miskinlerin ziyaretine gider, kendilerinden dua talebinde bulunurdu. Herkese “Allah kulu” diye bakar, dindarlığına göre de itibar ve alâka gösterirdi.

Hâne halkını, çoluk-çocuğunu çok severdi. Ancak maneviyatını üstün gördüklerini onlardan ayırmaz, hatta yerine göre onlara daha fazla ikram ve itibar ederdi. İlim ehli olanları, hafızlan bilhassa edeb ehli kişileri çok severdi. Fakir-zengin, genç-ihtiyar, bilgili-bilgisiz, rütbeli-rütbesiz bütün insanlara karşı son derece şefkatli ve alçak gönüllüydü. Bilhassa hac vazifesini yerine getirdiği sırada Mescid-i Nebevi civarında vazife yapan ümmî agavât ve kapıcıların bile ellerini öpmeye çalışırdı. Elbette Efendi’nin onlara olan saygı ve hürmeti, bulundukları ve hizmet ettikleri büyük kapı sebebiyledir. Onlar da kimseye göstermedikleri saygı ve hürmeti, gayr-ı ihtiyarî olarak Efendi hazretlerine karşı gösterirlerdi.

Yüzünden halâvet ve beşâşet eksik olmazdı. Hareket ve tavırları gayet ölçülü ve zarifti. Şeriata aykırı olmayan hiçbir şeye ve hiçbir teklife itiraz etmezdi. Özür beyan edenlerin mazeretlerini kabul ederdi. Camide veya diğer mübarek mekânlarda kendisi için ayağa kalkılıp tazim gösterilmesinden son derece rahatsızlık duyardı. “Biz Cenâb-ı Hakk’ın âciz bir kuluyuz” derdi. ‘Yıllardır bir türlü olamadık, olamadık Efendim” diye dert yanan bir müridini “Olan var mı ki?” diyerek teselli etmişti.

Yine bir gün şiddetli bir kabz halinde olduğunu ve içinde bir huzursuzluk bulunduğunu söyleyerek kendisinden bu halin izâlesi için himmet ve dua taleb eden bir müridine: “Evlâdım,, biz de Cenâb-ı Hakk’ın âciz bir kuluyuz. Cenâb-ı Hakk’a istiğfar et! Peygamber Efendimiz’in rûhaniyetine sığınarak şu duaya devam et” diyerek ona bir dua öğretmişti.

M. Sami Efendi, övülmekten ve yüzüne karşı medh u sena edilmekten hoşlanmadığı gibi insanları da yüzlerine karşı övmezdi. İnsanların hallerine göre iltifatlarda bulunurdu. Yalnız bazı kimselerin halleri bilinsin diye gıyabında aşırılığa kaçmayan ifadelerle medhettiği olurdu. Yerme ve zemmetme konusunda ise son derece duyarlıydılar. Hiç kimseyi ne yüzüne karşı ne de gıyabında yerip zemmettiği görülmemişti. Mürşid-i kâmillerin bütün gayret ve himmetleri, sâliklerini şımartmadan ucub ve kibre düşürmeden eğitmekti.

GÜNLÜK HAYATI

Gerek Adana’da bulunduğu yıllarda ve gerekse İstanbul’da bulunduğu ve maişet için çalıştığı yıllarda günün mesâi saatlerinde iş yerinde olurdu. Kalan zamanını ise ailesine, ihvana ve ibadetine ayırırdı. İstanbul’da kaldığı son on yıl ile Medine’deki beş yıl tamamen ibâdet ve ihvan sohbetleri ile geçti. En sıkı zamanlarda bile belli sayıdaki ihvanla gerek kendi devlethanelerinde, gerekse başka müntesiblerinin evinde sohbet ederdi.

Sami Efendi hazretleri, genelde az konuşurdu. Sohbetlerinde de bazan uzunca bir süre hiç konuşulmadan sükût ile kalbî bir iletişim kurulurdu. Terbiyesi ile meşgul olduğu ihvanının da çok konuşmamalarını, sözden çok eyleme önem vermelerini isterdi. Nitekim bağlılarından birinin anlattığına göre kendisi, intisabının ilk günlerinde Efendi hazretlerine sık sık suâller sormak suretiyle noksanlarını tamamlamak istermiş. Peşpeşe gelen bu suâllerden memnun olmadığını yüz hattında meydana gelen ifadelerden anlayan bağlısı, bir daha suâl sormamaya karar vermiş. Nihayet aylar yılları kovalar ve aradan 20-22 yıllık bir süre geçer. Bu süre zarfında mürşidinden hemen hiçbir konuda suâl sormamaya özen gösteren bu zât, bir gün der ki: “Efendim, hayli zamandan beri huzurlarınızda bulunuyorum. Herhangi bir konuda suâl sormamaya özen gösteriyorum. Fakat başkaları sizinle uzun uzun suâlli-cevaplı görüşmeler yapıyorlar. Biz, bundan mahrumuz. Acaba halimiz ne olacak?” Bu sözler üzerine Sami Efendi: “Teslimiyet ehli olanlar için sorgu-suâle lüzum yoktur. Gavs-ı A’zam Abdülkâdir Geylânî hazretleri böyle buyurmuştur” diye karşılık vermiş.

Sami Efendi hazretlerinin zevk aldığı şeyler, Allah Teâlâ’nın razı olacağı ve Rasûlü’nün tâlim buyurduğu İslâmî, içtimaî, ruhanî neş’elerdi. Cenaze teşyîinde, ölüm taziyesinde bulunur; yetimlerin, dulların, kimsesizlerin, darda kalmışların, hastaların ziyaretine koşar, onların gönüllerine sürür verirlerdi.

Sami Efendi, kendisine daima iyi, faydalı, iç açıcı, ruha inşirah verici haberler ulaştırılmasını arzu ederdi. Kendisine kötü ve çirkin havadis ve haberlerin ulaştırılmasından hoşnut olmazlardı. Onun huzurunda hiç kimse diğerinin aleyhinde konuşmaya, dil uzatmaya cesaret edemezdi. Böyle bir cüretkâr çıkarsa ya cevapsız bırakılır ya da söyledikleri hayra ve iyiye yorulurdu. Nitekim bir defasında çok zengin birinin, bir hayır işinde beklenenden pek az miktarda yardımda bulunduğu kendilerine söylendi. Efendi hazretleri üzülerek: “Hayır, o bildiğiniz gibi değil, sehâvetlidir” demişti. Yanındakiler itiraz edecek gibi olunca da “Şöyle bir hayır işinde, şu miktar bir yardımda bulunmuştu” diye teyidde bulunarak zihinlerdeki istifhamları izâle etmişti.

İyilik dostuydu. İyilik ve güzellikleri konuşup anlatmaktan hoşlanırdı. Güzel insanların güzel hallerini naklederdi. “İyilerle ve sadıklarla bulunun!” derdi. Çünkü kötülükten bahsetmek ve kötüleri anlatmak, onlara karşı ilgi uyandırabileceğinden böyle menfi insanları asla sohbetlerine konuk etmezdi.

DUASI

Sami Efendi hazretleri sevenleri için yapmış olduğu altı isteği şöyle belirtir:

Rabbimden Altı Şey İstedim

1.Bana intisab edenlerin çoğunun ilim sahibi olmasını.

2.İhvenımın ölüm anında şeytanın musallat olmaması için başlarında bulunmamı.

3.İhvanımın ihtisab ettiği andan itibaren nefsi galip geldiği zaman vazifesini yapamazsa benim onların vazifesini yapıp ikmal etmemi.

4.İhvenımın intisab ettikten sonra sülûkunu ikmal etmeden ölüm vuku bulursa sülûkunu kabirde ikmal ettirerek Resûlullah (s.a.v)’e öylece teslim etmeyi.

5.Kabirde sual meleklerine cevap vermeye kadir olamazsa bizzat yardımında bulunmayı.

6.İhvanımın kabirde yatan komşu mevtalardan en az 40 kişiye şefaatçi olmalarını.

 

HAKKINDA SÖYLENENLER

Vefatına şu ifadelerle tarih düşürülmüştür:

Kutb-i vasilin ü gavs-ı şuyûh-ı ızâmi

Nûr-i hüdâ mürşid-i merdüm-i ihtirâmi

Belde-i Tâhire’de tevhidle deyüp Allah

Vasl-ı cinân eyledi Şeyh Mahmûd Sami (1404 h.)

“Reisü’l-kurrâ” ve “hâdimu’l-Kur’ân” Gönenli Mehmed Efendi onun hakkında: “Sami Efendi, bu ümmetin en büyüğü idi. Başka ne söylense boştur.” demiştir.

Ali Yakub Hoca Efendi de: “Takva babında bütün evsâfıyla selef-i sâlihin zâhid ve âbidlerini andıran bu zâtın kemâlât-ı mâneviyesi hakkında söz söylemek, bizim gibi nâçiz bir abd-i âcizin kârı değildir ” der.

Mahir İz Hoca Efendi, gördüğü bir rüya üzerine muhib ve bağlıları arasında katıldığı Sami Efendi hazretleri hakkında: “O, Hazret-i Sami’dir. Biz devr-i pâdişâhîden beri neler gördük, fakat böylesine tesadüf etmedik” diyordu.

Bekir Hâki Efendi de Sami Efendi’yi sevip takdir edenlerdendi ve Sami Efendi’nin bir sohbetinden dönerken şunları söylüyordu: “Bu zenginleri saatlerce dizüstü sessizce oturtmak, Boğaz’dan gelen bir gemiyi Sarayburnu’nda bağlamaktan daha zordur. Bizler bu işi yapamayız. Bunu ancak Sami Efendi yapabilir.”

Bekir Hâki Efendi belki bunları söylerken Es’ad Efendi’nin Sami Efendi’ye verdiği icazetnamede çizdiği irşâd stratejisinden habersizdi. Es’ad Efendi şöyle diyordu icazetnamede: “Ne ticaret, ne de alışverişin Allah’ın zikrinden alıkoymadığı kimseler vardır.” (Nûr, 37) âyet-i celîlesinin ilâhî hükümlerine vâkıf olan muhterem ihvanımıza arzedebilirim ki, bâtınını tasfiye ve nefsini tezkiyeye tâlib olanların… Sami Efendi’nin sohbetlerine devam ve açıklayacağı usûl ve âdaba gösterecekleri gayret ve ihtimam sayesinde bu isteklerine kavuşacaklarında şüphe yoktur.” (Mektûbat, 134. Mektup sh. 361).

Sami Efendi’yi tanıyıp onu “Dâsitân-ı Hazret” adlı şiiriyle anlatan son devir dîvân şiirinin büyük ustası Kemâl Edib Kürkçüoğlu O’nu şöyle anlatmaktadır:

 

Dâsitân-ı Hazret

Eyyâm-ı şeb-efrûzda bir merd-i sıyâmî

Mihrâb-ı ubûdiyyet-i ulyâda kıyamı

Yoksullara imdâd eli düşkünlere hami

Tevhid-i Huda rehberi bir zât-ı kiramı

Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-ı Kelâmî

Fahru’l-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî

Düstûr-i zaman mefhar-i âl-i Ramazan’dır

Dîdâr-ı Muhammed ruh-ı pâkinde ayandır

Siması bir âyine-i envâr-ı nihândır.

Ey can kulak aç, onda beyân özge beyândır.

Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-ı Kelâmî

Fahru’l-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî

Devletlü Velî Hazret-i Hâlid’den el almış

İrşadını mânend-i zıya her yana salmış

Efrâd-ı vatan berzah-ı fetrette bunalmış

Ümmîd-i rehâ bir nazar-l feyzine kalmış

Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-ı Kelâmî

Fahru’l-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî

Hem hâlet-i Peygamber-i Zîşân harekâtı

Vermekte tarîk ehline tahkik berâtı

Geçmektedir Allah’a ibâdetle hayâtı

Bezminde tadar gam-zedeler azb ü Fürâtı

Hayru ‘l-halef-i Es ‘ad-i dergâh-ı

Kelâmî Fahru’l-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî

Elbet bırakır öyle bir er, böyle halife

Ashab kadar hadim olur şer’-i şerife

Her sohbeti bir zübde-i ahkâm-ı münîfe

Sorsan kime mazhardır O, der ism-i Lâtife

Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-ı Kelâmî

Fahru’l-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî

Etmiş ona Hakk pâye-i irfanı emânet

Sermâye-i pür kıymet îmânı emânet

Ahmed Ağa etmiş ona yârânı emânet

Kılmaz mı erenler güher-kâm emânet

Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-ı Kelâmî

Fahru’l-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî

Teminine millî zaferin Es’ad Efendi

Hak aşkına Allah deyüb himmet edendi

Zulmün O’na bir halka-i nâr oldu kemendi

Cennetti deriz menzili, şeklen Menemen’di

Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-ı Kelâmî

Fahru’l-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî

Sami Efendi Vakfı

Menü

Takip Edin!